İnsan, yani homo sapien dediğimiz tür, ortalama 80 yıl yaşayan, aciz varlıklar aslına bakacak olursak. (Latince 'akıllı adam' olarak çevrilebilen bir kelime. Bu arada homo Yunanca 'eş' anlamı taşımakta ve homoseksüeldeki homo Yunanca'dan alınırken seksüel nedense Latince'den alınmış. Neden diye sordum ama çok bir şey bulamadım, canları öyle istemiş demek ki diyerek geçtim bu konuyu, bilen varsa ardındaki hikayeyi, dinlemek isterim)
Doğuyoruz, doğduğumuzda o kadar aciziz ki boynumuzu dahi birilerinden destek alamadan düz tutamıyoruz, çuval misali. Emeklemek, yürümek, çiş-kaka eğitimi derken 6 yaşları civarı ayaklarımız üzerinde durabilerek erişkin olanların pre versiyonu olarak varlık ediniyoruz evrende. Büyümeye devam ediyoruz; sadece fiziksel değil tabii ki mental olarak da büyümemiz devam ediyor. Sözüm ona büyüdüğünü iddia eden ve yaşını dile getirerek bilmişlik yapanlar haricinde bu süreç bu şekilde işliyor. Onların gelişimleri genelde mental olarak 6 yaşında kalıyor. Bir yandan güzel bir yandan kötü. Neyse kendi dertleri ya da dert de değil bilmiyorum. Bana ne? Konumuz bu değil.
Bu süreçte insan olarak bir sürü olay tecrübe ederek, benliğimize hepsini ilmek ilmek işliyoruz ve nihayetinde o kişi oluyoruz.
Bunları yaşarken o kadar büyük travmalar da atlatıyoruz ki aslında farkında olduğumuz ya da farkına bile varamadığımız travmalar. Travmaların sebebi gönül işleri olabiliyor, ikili ilişkiler olabiliyor, beklenmedik kişilerden ihanete uğramak ya da benliğimizin hiçe sayılması gibi çözümü olabilen sorunlarla birlikte çözümü olmayan ölüm de bu travmaların oluşmasında en büyük yere sahip.
Hiç sevdiğiniz birini kaybettiniz mi? Dilerim ki kaybetmemiş olun. Bütün anılarınız, bütün kafanızın içinde onunla yapmış olduğunuz, şeyler, rutinler birden o olsaydı böyle derdi, o olsaydı bunu yapardı, aynı tepkiyi verirdi o da, ne güzel gülerdi gibi hayali varsayımlara dönüyor ya da hiçbir şey demeden içinizde varsayımlarda bulunabiliyorsunuz sadece başkalarından duyduğunuz anılarla kafanızda yer ediyor bazı şeyler, ötesine asla geçemeyerek... Sonrasında başka insanların gündelik sıkıntıları size o kadar boş ve şımarıkça geliyor ki maalesef ciddiye alamıyorsunuz. En azından benim için bu böyle.
Ve bunu bir defa yaşadıktan sonra, bu gerçeğin aslında sana ne kadar yakın olduğunu idrak ettiğin o andan itibaren, çevrendeki sevdiklerinin, senin için önem ifade eden kişilerin de bir gün bu diyarlardan gideceğini bilerek, onlarla çok daha fazla zaman geçirmek istiyorsun, çok daha fazla seslerini duymak istiyorsun, dokunmak, daha fazla anı biriktirmek...
Bunların bilincinde olarak yaşıyor olsak dahi, yaşadığımız coğrafyanın barbarlığından ve içinde bulunduğu kaostan kaynaklı olsa gerek, sevdiklerimize seni seviyorum cümlesini hayatımızda kaç kere kullanıyoruz? Çoğu zaman kullanmadığımıza eminim. Halbuki yarın ya da bir saat sonrası belki on dakika sonrası bile çok geç olabilir. Çok geç olmadan söyleyin. Sizin onu sevdiğinizi bilsin. Her kimse o kişi. Belki bir daha söylemek için fırsatınız hiç olmayacak, belki siz olmayacaksınız. (Maalesef ben de seni seviyorum cümlesini çok rahat kullanamıyorum itiraf etmeliyim ki fakat bunu elimden geldiğince eylemlerimle hissettirmeye çalışıyorum diyebilirim, bu şekilde ne kadar sevdiğimi göstermeye çalışıyorum tabii ama seni seviyorum cümlesinden büyük müdür bu bilemiyorum...)
Evrende iki ayak üzerinde durmayı bile uzun zaman sonra başarabilen yaratıklar olarak, bazı şeylere fazla anlam yükleyip, gururu ya da acaba karşı taraf beni yanlış mı anlar, o bana bunu yapmıştı, bu cümleyi ona söyleyemem gibi düşünceleri kafanızdan temizleyip, SÖYLEYİVERİN HADİ! Zaman çok geçmeden yapın bunu.
Yani demem o ki çok da büyük anlamlar yüklememek lazım varlığımıza. O ona bunu dedi, öteki ona bunu yapmadı, bana böyle demişti, ya beni terslerse gibi düşüncelerin hepsi geçiyor, zaman da öyle. Zamanın size pişmanlık gibi bırakacağı tatsız hediyeleri unutun, zaman size meydan okurken, zamandan önce davranıp siz ona meydan okuyun, gelin birlikte meydan okuyalım!